"Siz hiç daha önce bir kadının, cinnet geçirdiği ya da akli dengesi yerinde olmadığı için, iki erkeği yarım saat içerisinde art arda öldürdüğünü gördünüz mü?" Türkiye'de son haftalarda kadın ve kız çocuklarına yönelik şiddet haberleri gündemin ilk sıralarında yer almaya devam ediyor.
Önce 2024 yılının ilk altı ayında gerçekleşen kadına yönelik şiddet vakalarına, her birinin bir kadın hayatı olduğunu unutmadan sayılarla bakalım.
Son altı ayda 234 kadın katledilmiş, 182 kadın şüpheli bir şekilde hayatını yitirmiş, 255 kadın şiddete / yaralamaya maruz kalmış, 140 kadın seks işçiliğine zorlanmış, 12 kadın tecavüze ve 73 kadın cinsel tacize uğramış.
Mağdurların kimler tarafından bu şiddete maruz bırakıldığına bakınca, yüzde 19,8’i eş, yüzde 4,8’i boşanma aşamasındaki eş, yüzde 3,9’u eski eş, yüzde 3,2’si sevgili, yüzde 3,2’si akraba, yüzde 4,7’si tanıdık biri ve yüzde 44,6’sı bilinmiyor. Cinayetlerin ise yüzde 27,8’i eş, yüzde 10,3’ü boşanma aşamasındaki eş, yüzde 8,1’i baba
Görüldüğü gibi kadınlar o pek kutsal yuvalarının içinde şiddet görüyor, yaralanıyor, tecavüze uğruyor ve öldürülüyor.
Peki kadın cinayetleri?
Politik şiddet ya da cinayetlere karşı tüm muhalif çevreler kendi güçleri oranında cevap verdiler bugüne kadar. Maraş ve Sivas katliamlarında, 1 Mayıs 1977 ve 6-7 Eylül olaylarında, Musa Anter, Hırant Dink cinayetlerinde cisimleşen milliyetçi-ırkçı önyargıyla yüzleşme çabaları her şeye rağmen “boşluğa atılan çığlıklar” değil. Toplumsal muhalefet, gücü oranında bu ülkedeki egemen önyargılara karşı sözünü söylemeyi beceriyor.
Ama… Toplumsal muhalefet kesimleri, kadına yönelik şiddeti, egemenlikten kaynaklı sistematik bir şiddet olarak görmemekte uzun zaman direndi, hâlâ direnenler de var. Şiddeti genel bir toplumsal sorun olarak görmekte, “karısını döven adamın emekçi olarak ezildiği ve bu yüzden şiddete sürüklendiği” yönünde akıl ötesi açıklamalar da halen yürürlükte. Bu yüzden olsa gerek, kadının ifşa ettiği bir şiddet failinin, erkek yoldaşları tarafından korunup kollandığı durumlar hiç de az değil.
Kadınlar dışındaki tüm ezilen kimliklerin meselesi, politik bir olgu olarak tanımlanır ve buna karşı örgütlü bir tutum alınırken, kadınların uğradığı haksızlık, taciz, tecavüz, saldırı, şiddet… “kişiler arası” sayılıyor, vakayı adiye yani… Kadınlar toplumsal muhalefetin bir bileşeni olarak varoldukları yerlerde; mağdur, şikâyetçi, protestocu olarak varoldukları anda bütün diller kilitleniyor, bütün gözler kör oluyor, bütün egemenlik cümleleri unutuluyor. Neden? Diğer iktidar biçimlerinden sıyrılmak, en azından sıyrılmayı denemek mümkünken, neden cinsiyete dayalı iktidarı değil terk etmek, söz konusu etmek bile bu kadar zor?
Nedenleri belli aslında: Diğer kimliklerden sıyrılmak; milliyete, ırka, dine, uyruğa, sınıf ya da kimlik masallarına karşı çıkmak daha dışsal bir durumken, iş cinsiyete dayalı iktidar biçimlerine geldiğinde aynaya bakmak da, yüzleşmek de son derece içsel bir süreç haline geliyor. Üstelik bu içsel süreci yaşamanın ek zorlukları var: Ev işlerini ve çocuk bakımını paylaşacaksın ki evdeki kadın da sosyalleşip politikleşebilsin. Kapıyı çarpıp çıkamayacaksın, derneğe gidip “kurtuluş” üzerine sabahtan akşama konuşurken, pratik hayatın gereklerini birilerinin sırtından halletmeyeceksin. Eline, diline, beline, hareketlerine dikkat edeceksin. Empati kurup kadın olarak yaşamanın zorluk ve farklılıkları üzerine kafa yoracaksın. Pek sevdiğin erkek arkadaşlarını gerektiğinde uyaracak, kınayacaksın. “Hep birlikte kurtulmak” adına birilerinin taleplerini sürekli feda etmenin, görmezden gelmenin, yok saymanın adaletsizlik olduğunu, zaten öyle bir kurtuluştan da kimseye hayır gelmeyeceğini kavrayacak, kavratacaksın.
Bu durumda en kolay şey, diğer baskı biçimlerine tepki gösterip muhalefet yapmak, ancak bu sürece sırtını dönmek, yok saymak, belirsiz bir tarihe ertelemek, kişiler arası hukuka dahil etmek …
Cinsiyet iktidarına karşı politik tavır
Bütün iktidar biçimlerinin çözümlenmesi, kendi aralarında ve toplumla kurdukları bağların deşifre edilmesi gerekiyor oysa. Çünkü tüm iktidar ve hiyerarşiler birbirlerini besliyor; erkeklik söylemi milliyetçi, ırkçı, militarist zihniyetin değirmenine su taşıyor; kadınlar kendilerini güvende ve saygın hissetmedikleri sendikalardan, dernek ve partilerden uzaklaştıkça hiçbir proje mahalle arasında oynanan futbol maçından daha kapsayıcı olamıyor; taciz ve cinsel istismar yok sayıldıkça herkesi kucaklayan alternatif yaşam biçimleri örülemiyor.
Bu yüzden biz kadınlar, egemenliğin bir yanı gölgede kaldığı sürece gerçek bir kurtuluşun kesinlikle sağlanamayacağını biliyoruz. Bu yüzden, diğer ezilme biçimlerine alınan tutumun, kadına yönelik (cinsiyetçi küfürler dahil) her türden şiddete karşı da alınmasını hayati önemde buluyoruz.
Bu yüzden polisiye edebiyattan öğrendiğimiz, “bu ölüm kimin çıkarına” sorusunun cevabı, kadın cinayetlerinde düzen’dir. Değişime doğru yürüyen –boşanan, sevdiğine kaçan, dar pantolon giyen, okumak isteyen, dayağa baş kaldıran- kadına- hak ettiği ceza verilir, diğerlerine “başkaldırının cezası ölümdür” mesajı iletilir, hayatta kalanların boyun eğmesi güvence altına alınır.
Bu yüzden, üzerine basa basa, kadın cinayetleri politiktir diyoruz.
Çünkü egemenliğin olduğu her yerde ezen ve ezilen, tarafların olduğu her yerde de ezenden ya da ezilenden yana politika vardır.
Çünkü kadın ile erkeğin arasında var olan egemenlik ilişkisine dair söylenen her söz, alınan her tavır politika ile doğrudan bağlantılıdır; cinsiyetler arasındaki mevcut ilişkinin reddi, doğrudan politik bir duruştur.